KURGUSAL GERÇEK ÜSTÜ BİR YOLCULUK: 1 bölüm Hakikati Arama Kuyusu: Bir Hac Yolculuğunun İçsel Yankısı


 Ahmet YILDIRIM    10.06.2025 21:14:58  



13 Mayıs 2025 Salı sabahı, gün henüz uyanmamışken ben çoktan yola çıkmaya karar vermiştim. Hac farizasını yerine getirmek üzere başlayan bu yolculuk, başta sade bir niyet gibi görünse de, kalbimin derinliklerinde çok daha büyük bir çağrıya karşılık geliyordu.

Açıkçası fazla bir hazırlık yapmamıştım. Elime yalnızca birkaç zaruri eşya aldım; ne fazlası ne eksiği… Çünkü her yük, ruhuma eğrilik verebilirdi. Ne kadar az eşya, o kadar çok ferahlık... Ne kadar az dünya, o kadar çok hakikat…

Bu yolculukta yalnız değildim. Görünmeyen ama her an hissedilen iki varlık da bana eşlik ediyordu. İsimlerini biliyordum; tanışıklığımız, kelimelerin ötesindendi. Bazen yol gösteriyor, bazen içime konuşuyor, bazen de sadece sessizlikleriyle bana hakikati duyuruyorlardı. Onlar görünmüyordu ama ben biliyordum: biri aklımın sesi, diğeri kalbimin fısıltısıydı. İkisi de beni benden daha iyi tanıyordu. Zira ben çoğu zaman sustuğumda, onlar konuşmaya başlıyordu.

Yola çıkarken onlarla sözleştik. Dedik ki:
"Bu yolculuk sadece Kâbe’ye değil, kendi içimize de olacak. Birbirimizi yüz üstü bırakmayacağız. Hakikati bulana dek, ne gördüysek üzerine düşünecek, ne hissettikse onun izini süreceğiz."
Bu anlaşmadan sonra biri bana şöyle dedi:

Şimdi seninle birlikte bir kuyuya ineceğiz. Adı: Hakikati Arama Kuyusu. Bu kuyu ne su verir ne de serinlik. Ama derinlere indikçe, zamanın içinde geçmişe ve geleceğe yol alırsın. Ve orada ne bulursan, kendini bulursun.”

Kabul ettim.
İçimde bir şeyler titredi, korku değildi bu; daha çok uzun süredir beklenen bir misafirin nihayet kapıya gelmesi gibi bir ürperti... Ve indik kuyunun içinden, karanlık ama içi ışık dolu bir geçide...

Bir durağa geldik. Orada durduk, nefes aldık, ihramlarımızı giydik. Bembeyaz bir örtüyle sardım bedenimi. Ama aslında bedenim değil, içimdeki fazlalıklardı soyunan. Biraz daha yürüdük. Her adımda sanki geçmişimden bir anı dökülüyordu geriye.
Beytullah göründü uzaktan. Öyle bir göründü ki gözlerim dondu, dizlerim çözüldü. Tüylerim diken diken oldu. Gözüm başka hiçbir şeyi seçmiyordu. Sadece o ev... Yeryüzünün kalbi gibi atan, sessizliğiyle bağıran o kutsal ev...

Sanki ruhum bedenimden çıkmak istiyordu. Orada, o an, bütün benliğimle sadece bir tek şey biliyordum: Orası Allah’ın evi. Hz. İbrahim’in elleriyle yükselttiği, Hz. Muhammed’in gözyaşlarıyla baktığı, milyonların dualarla sardığı mukaddes mekân… Beytullah’a ulaşmadan ilerliyoruz

Yanımdaki varlıklardan biri eğildi, kulağıma fısıldadı: Soluna bak görüyor musun şu evi?”
“Evet,” dedim.

“Burası Hz. Peygamber’in dünyaya geldiği evdir. Mis gibi kokusu her tarafı sarmış. Şimdi başını çevir. Şu karşıdaki yapıyı görüyor musun?”

Başımı kaldırdım. Alçak bir yapı... Üzerinde tuvalet tabelası.

“Orası da Ebu Cehil’in eviydi. Zamanın dönencesi onu bugünkü hâline getirdi. Biri tüm zamanları aydınlatan bir doğumun mekânı, diğeri ise kibirle, inkârla dolu bir hatıranın yok oluşu... Şimdi düşün:
Hangisi yüceldi, hangisi çürüdü?
Hangi taş anlam kazandı, hangisi yerle bir oldu?”

Bir an sessiz kaldım. Gözüm o iki yapı arasında gidip geliyordu. Zaman, mekân ve insan... Üçü de hakikatin terazisinde tartılıyor gibiydi.

Ve o an şunu anladım:
Bazen bir ev, sadece tuğladan ibaret değildir. İçinde ne yaşandıysa onu taşır, onu yansıtır. Tıpkı insan gibi… Bedenin değil, içinde taşıdığın niyetin kıymetlidir. Her adımda, her sözde, her susuşta...

Bu sadece bir hac yolculuğu değildi. Bu, içimde kat ettiğim bir arınma, bir sorgulama, bir silkinişti.

Yolculuk devam ediyor... Ama artık farklı bir yerdeyim. Hâlâ yürümekteyim ama artık her adımımda bir kelime dökülüyor içimden. Belki haftaya, o kelimeleri birlikte okuyacağız. Çünkü bu yol, kelimelerle değil, kalple anlaşılır.

Mukaddes topraklardan selam ve dualarla Allah’a emanet olunuz.